NARKOZ
Gözlerim karanlığın komalı ezgilerine vardı nihayet. Gidiyorum. Arkamda leş gibi bir geçmiş ve meczupların parmak izlerimden yaptığı resimleri bırakıyorum. Hikâyemin başladığı bu lanet olası izmit garında ömrüme makas atıp her şeyi bitireceğim ve gideceğim Tanrı'nın yanına. Ruh insanın zırhıdır, derler; ben çok yara aldım. Hiçbir şiirde anlatamadım yarım kalmış yanlarımı. Amcamdan çaldığım tabancayı çıkardım çantamdan. Başıma dayadım, namlunun soğukluğunu hissedebiliyordum ya da bu ölümün soğukluğu mu, pek anlayamadım. Zaten önemi yok. Âdet yerini bulsun diye anılarımı gözümün önünde sıraya soktum.
Daha on beş yaşındaydım ayaklarım bu şehrin toprağına değdiği zaman. Göçebe yaşıyorduk neredeyse hayatı. İş bulduğu yeri memleket belliyordu babam, son durak İzmit oldu, akrabaların yanı. Annem, benim doğumumda ölmüş. Bunun sebebi benmişim gibi yıllarca herkes infial eden gözlerle baktı bana. İşte o zaman sarı, küt saçlarım bile utancından kızarıyordu.
Bir yıl sonra babamın akciğer kanseri olduğunu öğrendik, doktor sigarayı sebep gösterdi. Hasta olduğunu duyunca daha çok içmeye başladı. Bana göre, kendini öldüremeyecek kadar korkak, yaşayamayacak kadar da acizdi ömür tiyatrosunda, zaten ezberi de kötüydü. Çok severdi beni. Saçlarımı okşamadan, içinde annemin geçtiği masallar anlatmadan uyumazdı. Kollarımda öldü. Son nefesinde, “Annene anlatacağım senin güzelliğini.’’ dedi ve başka bir dünyada uyanmak için kapattı gözlerini. Ağladım, okyanusları taşırdı gözyaşlarım. Her gün, her saniye içimden binlerce dua sıraladım.
Bir gün rüyama geldi. Durmadan koşuyordum, bütün dağları toz gibi eziyordum ayaklarımın altında. Yeşilin gökyüzüne bile hâkim olduğu dümdüz bir arazide dinlenmek için uzandım. Arkamda belirdi ve sarıldı bana. Tebessüm ediyordu. Güneşin yaktığı esmer tenindeki sakallar batıyordu yüzüme.
“Ağlama, niye ağlıyorsun?’’ dedi. Sanırım bu ölümün en can alıcı noktası. Uyandığımda yastığım sırılsıklamdı.
Dünyaya gelerek istemeden de olsa Tanrı'nın kader denen oyununu oynamak zorunda kaldım. Alnımda yazılacak yer kalmadığından her şey koluma mor desenlerle işleniyordu, sürükleniyordu öksüz gülüşlerim peşimden.
Amcamda kalıyordum. Çöpe attığım işe yaramayan eşyaların hâlinden anlamaya başladım. Ev temizliği, yemek, bulaşık ve dayak gibi görevler edindim. Sanırım bunlar yetmedi ki eli uzunlardan oldum. Her gün hiç aksatmadan bize hoş geldin diyen bu şehre ve tren garına küfürler ediyorum.
İki ters bir düz suskunluklar hâkim şu sıralar dilime, acemi kasap gibiyim. Yalpalıyorum ekseni kaymış yolda yürürken. Kirpiklerimden yarınlar düşüyor. Aklımda yasaklanmış üç hece. Hayata verdiğim her tavizin kurbanıyım, bu yüzden sırtımı dayadığım duvar yara bere dolu. Ben de isterdim yosun kokulu şiirler yazmayı.
Artık sadece düştüğüm zaman acımıyor canım.
Onu tanıdığım gün, bir sevdanın ateşini hapsetti elime. Sağır ruhumun derinliklerine seslendi. “Yarınım karanlık, yanım umutsuz,’’ dedim, dinlemedi. Babamdan sonra ilk defa birini korkarak, gözümden sakınarak sevdim. Umut yağıyordu en kurak topraklarıma. Aklar düşüyordu karanlıklarıma. Ne zaman tuttum ellerini anlamadım ve daha ne olduğunu kavrayamadan ona bu denli bağlandım. Kayıp kıtaları buldum gözlerinde.
Ağaran sabahların penceresinden en güzel suretiyle süzülüyordu odama ve her sabah ona “Günaydın!” demek umuduyla kalkıyordum yataktan. Bilirsiniz, şiirler asla sır tutamaz. Faydalandı bundan. Doksan üç gün sonra acı kelimesini tekrar ekledi lügatime. Kıymetsiz bir bitiş yaşadım. Şuursuzca dolaşıyorduk İzmit’in sokaklarında. Size basit bir imla hatası gibi gelebilir ama bu şehri aşağılamak için harflerini küçük yazıyorum. Tren garına, sahile, müzelere ve daha birçok yere gittik. Güneşi gözlerinde taşıdığına inandım hep. Sevda sözcükleri fısıldadı kulağıma, Özdemir Asaf’la bir tutuyordum onu. “Denizi ayaklarının altına sereceğim.’’ dedi ve beni kimsenin olmadığı bir tepeye çıkardı. Gerçekten deniz ayaklarımın altındaydı ve tabii ki bütün şehir… Yarım saat kadar durduktan sonra kollarımdan tuttu ve beni kendine çevirdi. Gözlerini gözlerime çiviledi. Öpmeye kalktı, izin vermedim; zorladı, tokat attım. Sinirlendi, vurdu bana ve yere doğru savurdu. Hani yazının başında leş gibi geçmişim demiştim ya işte bundan bahsediyordum.
O akşam utancımdan eve giremedim, sessizce ağlamakla yetindim. Çok fazla sevmediğim bir arkadaşıma gitmek zorunda kaldım. Olanları anlattım, sabah ilk iş mahkemeye gittik. Amcamların durumdan haberi oldu ve bana başka gözle bakmaya başladılar. Duruşma günü hâkim diye tabir edilen, sözde adaletin temsilcisi de kanattı içimi.
“Sen kuyruk sallamasaydın o buna yeltenmezdi,’’ dedi ve resmen beni suçlu gösterdi.
Amcamlar beni eve götürdü. Gırla dayak yedim. Vücudumdaki morluklar hâkimin söylediği şey kadar canımı yakmadı. Nefretim her saniye bıçak gibi bilendi. Namus temizlemek adına öldürecekti beni. Televizyondaki baldırı çıplak kadınlara bakmayı ya da yolda kendi hâlinde yürüyen kadınlara laf atmayı namussuzluk saymıyor da istismara uğramayı sayıyor. Tekmelerinden zor kurtulup onun odasına koştum. Kilitledim kapıyı. Çiçek desenli çekyatı kaldırıp silahı aldım ve camdan kaçtım. Aklımda şimşekler çakıyordu. Şehri neredeyse tavaf ettim, en sonunda sahil tarafında buldum o sapık herifi. Keyfi gayet yerindeydi, gülerek yaşadıklarını anlatıyordu. Tabancamı çıkartıp biraz yaklaştım. Seslendim, beni görünce şaşırdı, bakışları elimdeki soğuk demire saplandı. Önce gerçek olduğuna inansın diye bir iki metre yanına ateş ettim. Sesi duyunca yanındakiler kaçtı, o da yeltendi ama izin vermedim. Yaşamak tatlı gelmiş olacak ki yalvarmaya başladı. Korkudan ruhunu teslim edecekti neredeyse.
“Gökyüzünü bile terk etti kuşlar, artık yola çıkma vakti. Merak etme en güzel yerden aldım biletini adi sapık! Hem cehenneme de biraz odun lazım değil mi?’’ dedim ve kızgın namluyu ona doğrulttum. Kurtulabileceğini zannederek bana doğru son bir hamle yaptı fakat daha yaklaşamadan saydırdım beş tane kurşunu. Hırsımı alamadım bütün mermileri sıktım, son bir tane hariç. Yerde süzgeç gibi duruyordu. Tekme atıp aheste aheste yürüdüm, hayatımı karartan lanet olası İzmit garına.
Bir banka oturdum, bütün bu olanları düşündüm. Güneş mahcup bir şekilde batarken dayadım namluyu başıma. Gözlerimi kapattım. Siren seslerini duyabiliyordum. Sayemde şehir birbirine girmiş gibi. “Silahını at, teslim ol!’’ diyen bir ses duydum. Birden her tarafımın çevrilmiş olduğunu gördüm. Donuk bir ifadeyle üzerlerine doğru yürüdüm. Sonra silahımı doğrulttum. Beni vurup öldürmelerini ve bu her santimine cehennem ekilmiş hayattan kurtulmak istiyordum. Zaten ruhumun kıyısında binlerce ceset var, ben de ölsem ne çıkardı ki?
Aniden sağ elimde müthiş bir acı hissettim, alışık olmadığım için bayılmışım hemen. Silahın düştüğünü hatırlıyorum sadece. Kendime geldiğimde başucumda üç tane polis duruyordu. Canavarmışım gibi bakıyorlardı bana. İfademi aldılar, mahkeme falan derken gönderdiler cezaevine. Hiç pişman değilim yaptıklarımdan. İnanın buradaki yaşam daha huzurlu benim için. Hapisteki bilmem kaçıncı günümde sadece içimi dökmek istedim size.
UFUK ÇELİKTAŞ