İSTİSNA
1916 yılının soğuk bir kış gününde Almanya’da dünyaya geldi Ben. Annesi Alman asıllı bir Yahudi, babası ise Avusturya doğumlu bir işçiydi. Hâl böyleyken çocukluğu yokluklar içinde geçti. Ancak ailesinin engin sevgisi sayesinde konuşmacı olarak katıldığı bir konferansta, “Herkesin gıpta ile baktığı, bir aşk çocuğu olarak doğdum ve bu kadar acıya rağmen çok da mutluydum.” demişti. Bununla sınırlı kalsa iyi. Okuldaki akran zorbalığına da kendince bir çözüm buldu; yakın dövüş tekniklerini öğrendi, kendini bedenen ve zihnen korudu, türlü sınavlardan geçip tek hedefi olan asker olma yolunda kendine bir rota belirledi. Geçen yıllara inat ve istikrarla çalıştı ve başardı.
Orduda kademe kademe ilerlerken tek bir düşüncesi vardı. O da ülkesine koşulsuz bir sevgi ile bağlı olmak. Bu yüzden Polonya’ya karşı açılan Alman savunmasında cephede kıran kırana vuruşmuş, vücudunun farklı yerlerinde ama en çok da kalbinde kapanmak bilmeyen derin yaralar açılmıştı. Artık sadece bu olayları yaşamakla kalmayıp her şeyi inceden inceye sorgulamaya da başladı, beyninde ve dahi kalbinde. Bir zaman sonra Alman ordusunda yüzbaşılığa terfi eden Ben için yepyeni bir görev tayin edildi. Devrin zalimi Führer’e karşı kralı korumak ve de savunmak.
Yakın koruma olarak her türlü tehlikeyi önceden sezen Ben, dehasıyla türlü komploları daha başlamadan bitirdi. Bu da yetmezmiş gibi her an tetikte olmak, kendinden başka kimseye güven duymamak, zaman içinde onu robotlaştırdı. Günler geçtikçe daha da yalnızlaştı ancak etrafı her daim kalabalıktı.
Bir gün merkezi karargâhtan beklenmedik bir telgraf geldi. Elinde tuttuğu şifreli kâğıtta Hitler’in kralı ziyaret edeceği yazılıydı. Bunun ne derece önemli bir toplantı olacağından emin bir ruh hâliyle hemen harekete geçti. Bulundukları bölge her ne kadar merkezden uzakta olsa da korunaklıydı. Buna rağmen gerekli güvenlik önlemlerini aldı. Bulunduğu malikânenin her bir noktasına; ağaç tepelerinden kuytu köşelere değin tüm araziyi askerle doldurdu. Tabiri yerindeyse haberi olmadan kuş dahi uçmamalıydı, nitekim öylede oldu. Nihayet büyük buluşma için sayılı dakikalar kala emrindeki erleriyle beklenen konuğun aracı ve korumaları bahçede göründü.
Arabaların kapıları birer ikişer sert vuruşlarla açıldı. Silahların kendine has sesleri bu gelişin ne denli ciddi olduğunu bir kez daha zihinlere kazıdı. Şaşaalı bir karşılamanın ardından muazzam bir sofrada umutla bekleyenler ve karşı taraflarında (çok değil birkaç yıl sonra beş buçuk milyon masum insanın katline sebep olacak) siyah geceye kapkara bir leke olacak sözüm ona başkan buluştu.
Hazırlanan yemekler ne denli leziz ve enfes gözükse de konuşulanlar bir o kadar tatsız ve acı doluydu. Masadaki kral ve müstakbel eşine, Führer’in söylediği vaat dolu sözler ortamı yumuşatıp bir nebze de olsa Ben’in içine de anlık bir huzur getirdi. Ancak kazın ayağı hiç de göründüğü gibi değildi.
Tüm ev halkının dinlenmeye çekildiği saatlerde yüzbaşının kapısı, iki kez küçük hareketlerle vuruldu. Silahını kaptığı gibi gelen kişinin boğazına sarıldı Ben, ta ki onun başkan olduğunu anlayana kadar. Ani bir refleksle alelacele ellerini üstünden çekip hazır ola geçti ve hızla selam verdi.
Neye uğradığını anlayamayan Führer, toparlandı ve yüzünde iğrenç bir gülümsemeyle Ben’in kulağına eğilerek fısıldadı. “Krala söylediğim tüm vaatler asılsız ve yalandı. Bugünden itibaren bu evde neler dönüyorsa bana saati saatine bildireceksin yoksa başına neler geleceğini az çok tahmin edersin.”
Duydukları karşısında önce afallasa da çok da şaşırmadı yüzbaşı. İhanet etmek insanoğlunun kanında vardı. Ancak söz konusu devletse yapılacak şey oldukça net ve açıktı. Yaver vasıtası ile krala bir kitap gönderdi. Kapağında “İyinin ve kötünün ötesinde” yazılıydı. Karşı taraf alması gereken mesajı hiç istemese de anladı.
Ertesi gün Führer ve ekibi işlerini gerekçe göstererek malikâneden erkenden ayrıldı. Bunu fırsat bilen Ben, çok da dikkat çekmeyecek bir otomobille kralı herkesin pek bilmediği orman yoluna sokarak kaçırmaya çalıştı.
Ancak hazin son peşlerini bırakmadı. İkisi de çok uzaklaşmadan kıskıvrak yakalandı. Kral oracıkta vuruldu. Hayvan bağlasan durulmayacak bir göz odada tek başına sorguya alınan Ben, yapılan onca işkenceye, zulme karşı tek kelime etmedi. Tırnakları söküldü, üzerine kaynar sular döküldü, demir taraklarla eti kemiğinden neredeyse ayrıldı, ailesi gözünün önünde vahşice yakılarak katledildi. Bu da yetmezmiş gibi ilaçlarla uyutulup konuşturulmaya zorlandı.
Bırakın konuşmayı, sessizliğiyle karşı tarafı daha da çıkmaza soktu. Son çare olarak darağacı kuruldu. Kısacık bir anlığına da olsa idam sehpasına çıktığında son arzusu soruldu. Çektiği ağrıların ve dayanılmaz acıların içinde son bir defa güçlükle nefes aldı ve fısıldadı. “Neden?”
Sol ayağıyla tekme atmak için hazırlanan cellattan gelen cevap oldukça manidardı.
“Biz kanunu, oysa sen bir istisna!”