HİLAF KAYIKÇI
Toprağın üzerindekilerin aksine ağzını aşağıya çevirmiş, derin ve yüksek bir kuyudur gökyüzü. Belki de bu yüzden yağmur salıverir kendini, bazen dingin bazense tüm hışmı ile yere…
Boşalan damlalar, kanatlarımı ıslatıp bedenime ağırlık vermeye başladığında ne çatı altlarına ne de korunaklı yerlere saklanırım. Ben kim miyim? İstanbul’un gök katlarından birinde yaşayan, bu yolculukta size kılavuzluk edip birçok olaya şahit olan aklıselim, şahsına münhasır bir martıyım. Belki de evvel zaman içinde yaşamış, dertler dinleyip efkarlanmış, insanlara yol olup göçmüş ve tekrar kanat takıp yeryüzüne değil de gökyüzüne erişmiş biriyim. Öyleyse gidelim.
Adım başına ruhundan fışkıran melankoli tüm bedenine yayılınca sıcak iyiden iyiye hissettirir kendini. Öğle saatleri olmalı, az sonra güneş batıya doğru seyir alacak, ışınları bayağılaşacak, hava serin yeller estirip şemsini batıracak. Karaköy’ün sokaklarında atılan her adım insanı tarihin geçeneklerine sürükler. Yolu bilmesen de elinde kılavuz olmasa da artık sen yüzyıllar öncesini soluyor olabilirsin. Aklımda mitolojinin ve semanın devinimi ile uçarken yediden sonra gelen sekiz rakamı eksikliğini tamamlamak ister gibi gözüme ilişir. Alışılagelmiş, çekiciliği olmayan tek sıra asker gibi dizilmiş basamakların şanını yerinden etmek istercesine göz alıcı bir merdiven. Kimin aklına gelir ki Aşk Merdiveni de denilen bu eserin komplolara ev sahipliği yapabileceği…
İnsanın mayası ana rahmine ekildiği anda kötülük de her yere serpiştirilmiş olmalı ki arsız bir sarmaşık gibi kaplamış dünyayı. Keşke gagalarım daha güçlü olsaydı, yeryüzünden bir mahlukatı ensesinden yakalayıp arşın arşın uçurup bir yere savurup dönmek isterdim.
Kimden mi bahsediyorum?
Namıdiğer Hilaf Kayıkçı; belki de bu hayatta var olan en inandırıcı yalancı. Bu marifetinin getirisi kendisini de inandırıyor olması, götürüsü ise yaratacağı tehlikenin sınırının olmaması. Soba borusu gibi tek renk. Hiç temizlenmemiş, kurumlu, ziftli, sürekli pof pof diye içeriye tütüp kükürt kokusunu ciğerlere dolduran...
Mistik varlıklara inanıp seçtikleri kadınları onlara veren Nis ecinni grubunun maşası. Behiç’in görevi ise mektupla senede bir kez eline ulaşan ve içinde yazan özellikteki kadınları bulup kandırıp teslim etmek. Daha fazlasını o da bilmiyor, bilmek de istemiyor. Yılda bir kere 8. ayda saat 20.00’de.
Yine o gün gelmişti. Ağustos ayının sekizinde Komando Merdivenleri’ndeki kilitli olan posta kutusunu el marifetiyle bir çırpıda açan Behiç, bırakılan kâğıdı alıp hemen koynuna soktu. Padişah tahtına benzeyen betona tek hamlede oturdu, sigarasını yaktı ve çıkardığı mektubu okumaya koyuldu. Bir çırpıda göz gezdirip hepsini beynine yazdı ve yine göğsüne sakladı. Sağında tarife birebir uyan, sanki Behiç’i yormamak için gökten indirilen ve ben oyum diyen bir kadın vardı. Büyülenmiş gibi basamakları arkasından takip ederek çıktı. Tahmini, yanındakilerin anne ve babası olduğuydu. Galata civarında yürürken kızın da dikkatini çeken yakışıklı adamla birkaç kez gözleri çarpıştı. Öyle bir elektriklenme oldu ki mistik yağmurlar masum kızı ıslattı. Onları evlerine kadar takip etti. Tabii ki ben de peşlerinde. Okuduğu tarife birebir uyan genç kızın dikkatini çekmesi çok uzun sürmedi. Artık yeni mekânı belliydi. Onun nerede sabahladığının çok bir önemi yoktu. Kafası rahatsa taş bile kuş tüyüydü. İlk geceden burada güneşi doğurtmanın aptallık olduğunu düşünüp karşı kıyıya Karaköy’e; sandalına kavuşmak için yola çıktı Beykoz’dan.
Bir o yana bir bu yana sallanan kayığı yeni bir sabaha uyandırıyordu, ninni eşliğinde bizim danayı(!) Ansızın kızın aydınlık yüzü belirdi gözlerinin önünde. Alıp bir vitrine koysan biblo bebek diye insanları cama çekerdi; o kadar güzeldi. Ufacık tefecikti. Hele o gözleri! Gök mavisinin adı konmamış hangi tonuydu?
“Heyt! Kendine gel be,” diyerek attı kendini boğazın serin sularına. Dalgaları dövmeye başladı, sağdan soldan çakıyor, el ense çekiyor, yetmiyor bir de kafa atıyordu. Onu tepeden izlerken alaycı çığlıklar attım. Kulaklarına tuzlu su iyice kaçmış olacak ki dikkatini bile çekemedim.
“İnşallah bir yerini sakatlarsın,” duasıyla kanat çırptım, masum bir yüreğin camının pervazına...
Bizlerin en büyük şansı istediğimiz çatıya, dala, cama özgürce konup “Sapık! Ne dikizliyorsun?” denmemesi. Heybetli, masum bakışlı, yaşı geçkin bir kuşa da ancak merhamet gösterilir değil mi?
İki katlı, ahşap evin ikinci katında görüyorum genç kızı. Uykuda vedalaşamadığı bir şeyleri bırakmış gibi dalgın, mahmurlukla ayağa kalkıp yatağını toplamaya koyuluyor. “Üff!” desem uçacak ak bir güvercin edasında. Bir anda odanın kapısını açıp yok oluyor. Daha fazlasını göremiyor olmak ne büyük bedbahtlık. Ancak camdan cama dolanıyorum. İçeriye girmeye kalksam ne tür terlik ve süpürgelerin hedefi olurum düşünmek dahi istemiyorum. Evin etrafında uçarken genç kızın bahçeye çıktığını görüp süzülüyorum. İğde ağacının ince dalına tutunup izlemeye başlıyorum. Adı Alba’ymış. Bunu annesinin içeriden seslenerek yanına gelip ekmek kırıntılarını eline bırakırken ismiyle hitap ettiğinde öğreniyorum. Oyuntusuz vücuduna giydiği dümdüz basma entarisini bacağının arasına alıp yere çömeliyor. Boynumu bir hortum gibi yamultarak aşağıya baktığımda karınca yuvasına ekmek kırıntılarını ufaladığını görüyorum. Bahçesinde karınca besleyen safderun bir kız işte... Bir de sesini yuta yuta türkü söylemeye başlamasın mı?
Geldim size balkan güzeli
Göreyim diye beyaz yüzünü
Tatlı dilini güzel yüzünü
Hilal kaşını ela gözünü.
Sesinin tınısına dalıp gidiyorum. Keşke konuşma yetim olabilseydi diye hayıflanıyorum. Zehir gibi aklım olsa ne olacak? Dilim lâl olduktan sonra...İçim geçer gibi olmuş olacak ki tanıdık bir ıslık sesi ile irkiliyorum.
İşte o! Gelmiş...
Dudaklarını yalayıp daha yüksek sesle sinek gibi vızıldayıp etrafı kesiyor. Onun sesini bastırmak için tüm kargaları kıskandıracak çirkinlikte gaklamaya başlıyorum. Rol yeteneğimin yadsınmayacak boyutta olduğunu fark ediyorum. İşte bu sefer ters ters bana bakıyor. Yere eğilip eline taş alıyor, tam atacakken:
“Beni takip ettiğini anlamıştım, lütfen git buradan.” diyen Alba çıkıyor içeriden.
“Bütün gece camını gözledim, seninle tanışmadan milim kıpırdamam.”
Yalan söylüyor! Sandalında hor hor uyuyan kimdi?
“Neden beni tanımak istiyorsun?”
“İlk görüşte... Sen benimle konuşana, kalbini kazanana kadar gölgen olacağım.”
“Evden dışarıya çıkmam ki ben.”
“Olsun. Yolunu gözlemeye razıyım.”
Gakkkkkk! Kes artık! Yakışıklı ama bir o kadar da yalancısın!
Günler, haftalar, aylar ilerliyor, ben ise her şeyin şahidi olarak mıhlanmış gibi havada asılı kalıyordum.
Bahçenin dışına hiç çıkmadılar. Duvarın arkasında bazen de gecenin kör karanlığında sofada hemen yanı başındaydı. Behiç zifiri karanlık yüreğinin tam aksi olan Alba’nın zamanla inancını ve aşkını kazandı. Ona kapılmamak için sürekli görevini hatmediyor, sen uydurduğun sahte bir adamsın, gerçek değilsin, diye beyni uyuşana kadar tekrarlıyordu.
Alba ve ailesi doğup büyüdüğü Yanya’dan ailesiyle birlikte göç edip İstanbul’a yerleşmişti. Her şeyi geride bırakmış olmanın melankolisi içindeydi. Behiç onun anı defteri gibiydi artık. Sözlerini, cümlelerini nakış nakış yüreğine yazıyordu.
Yakıcı sıcaklar gelmiş, mevsim dönmüştü. Güneş bugün saklandığı yerden çıkmıyordu. Havadaki kuyu suyunu salıvermiyordu. Alabildiğine kasvet; yer gök her yeri bir fanusun içine hapsetmiş gibiydi. Oysa bir gün önceki dünya, tuvaldeki canlı renklerin şöleniydi. Ağustos ayının yedisiydi gece vakti Alba’ya heyecanla
“Sabah sekizde seni ilk gördüğüm merdivenlerde bekliyor olacağım. Büyük bir süprizim var,” dedi. Ailesi olmadan bahçeden dışarıya çıkmayan genç kız için bu güç bir eylemdi ama onu sabırla uzun zamandır bekleyen sevdiği adam için değerdi.
“Tamam, geleceğim,” dedi.
O sabah, merdivenlerin en üst kısmında Behiç, bir dağın en rakımsız yerindeymiş gibi duran Alba ile basamakları adımlamaya başladı. Tam ortada karşı karşıya geldiler. Uğursuz taraçada ilk kez elini tuttu ve sonra geri kalan yirmi iki basamağı kırk iki yıl gibi sindirerek indiler. Kızı sahile götürüp kayığa bindirdi. Onu hayranlıkla izleyen gökçe bakışlarının tılsımıyla ne ara boğazın ortasına kadar geldiklerini anlamadı. Sessizlik çınlıyor, dalgalar kayığı yalıyordu. Bu sefer göğsünden gecenin zifiri karanlığıda yazıp koynuna sakladığı şiiri uzattı. Okumayı bilmediği o an aklına gelmemişti. Uzakta görünen Alba'yı teslim edeceği kayık ne çabuk da yanlarına kadar gelmişti ve an kadar kısa bir zamanda ne kadar çok soru aklının oyuğuna girmişti. Onu Sevmiş miydi? Öyle bile olsa ne değişecekti? Bu adamlar onun peşini bırakır mıydı? Tarife uyan başka bir kadın bulmak için vakti yoktu kısacası artık çok geçti... Kocaman boyunu misliyle aşan, onu dibe çeken bataklığın içindeydi. Derin bir nefes alarak,
“Alba, şimdi yanımıza yaklaşan kayığa bineceğiz. Seni çok sevdiğim bir yere götüreceğim. Soru sormak yok, sürpriz,” dedi.
Hiç irdelemeden tek hamlede atladı yandaki sandala. Behiç'in aklına kazınan son kare; onun heykel gibi hareketsiz duran bedeni ve ifadesiz bakışları ile gözden kaybolmasıydı. Kayığa düşürdüğü mektubu eline aldı, bir şişenin içine sokup ağzını bir yumrukla kapatıp boğaza fırlattı. İlk defa kaslı kolları küreği döndürmeye yetmedi. Sonra içindeki şeytan dedi ki: Çek küreğini kaptan, oltana takacağın yemi bekletme. Ve akşam sekize kavuşmak için asıldı küreğine...
Sapkın zihinlerin beyni felç olmadığı sürece bu cahillik böyle sürüp gidecekti. Cinler, hayaletler elbette dünyaya hükmedemeyecek olan sadece masum ruhlara olacaktı.
Biri sola diğeri kuzeye gitti derya denizin içinde. Ben ise ağıt yakıp dövünen insanlar gibi kanatlarımla bedenimi yumruklayıp semayı dar ediyordum kendime. Gökyüzünde matem vardı, anlayabilene. Kimse gözünü yukarıya dikmese de.
Şimdi o merdivenin üzerinde son kez uçuyorum. Aklımda al yanaklı, safderun bir göçmen kızı ile Hilaf Kayıkçı’nın hikâyesi. Kanı çekilmiş bir fotoğraf karesine bakar gibi ölümsüzleşiyor zihnimde...
Mine Atalay Güler